17 Mayıs 2013 Cuma

Bu minik şey bir haftadır bizimle. Uçmayı henüz beceremiyor.Yol kenarında yatarken bulundu.
Antibiyotikler, göz damlaları derken şimdi daha iyi.
Ayaklarının üzerine düzgünce basıp, onları kullanmayı öğrenince özgürlüğe kanat çırpacak diye umuyoruz.
O kadar savunmasız ki.
Her canlının sadece yavru hali masum, sonra nasıl akla hayale sığamayacak şeyler yapıp, sözler ediyor, canlar yakıyor!

4 Mayıs 2013 Cumartesi


o kadar canım sıkkın ki her zaman iyi gelen şarkılar bile iyi gelmiyor.

2 Mayıs 2013 Perşembe

vişne bahçesi

Uzun zamandır isteyipte gidemediğim bir oyun daha.
Bu sene tiyatroya o kadar az gittim ki! Sezon kapanıyor, önümüzdeki sezonlara bakacağız artık.
Yorumlarda hep sıkıcı, uzun diye okusam da, ben oyunu beğendim; özellikle kostümler çok başarılıydı.
Durağan bir oyun olduğu için modunuzun uygun olduğu bir zamanda önlerde izlemenizi tavsiye ederim:)
Engin Alkan bu kadar oyuna nasıl yetişiyor anlamıyorum.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

bitmiş ilişkiler müzesi



"İnsana zarar veren 'kişisel gelişim' tavsiyelerinin aksine bu müze, biten ilişkisinin ardından duygusal çöküntü içinde olanlara daha yaratıcı bir yolla iyileşme imkanı sağlıyor: Müzeye katkıda bulunarak"

Bitmiş İlişkiler Müzesi'nin girişinde bu yazıyor. Bu da yazıyor:

"Toplum bize, evlilik, cenaze, hatta mezuniyet ve vedalaşma sırasında bir tören lütfediyor. Fakat ne kadar korkunç bir duygusal çöküntüye yol açsalar da ayrılıklarımız resmi olarak tanınmıyor. Oysa Roland Barthes'in "Aşk Söyleminden Parçalar" kitabında söylediği gibi "Her tutkunun, kesinlikle seyircisi vardır. Her aşkî adanma muhakkak bir teatral finale sahiptir."

Zagrep'te, eski şehrin tepesindeki bu şık, küçük müzeye gitmek başlangıçta eğlenceli bir fikir gibi geliyor insana. "Aaa! Ne hoş! Ayrılıklar Müzesi!"
Hatta ilk bir kaç dakika bitmiş ilişkilerin müzeye bağışlanmış ilginç kalıntılarına bakmak tamamen turistik bir aktivite gibi, yüzeysel. Sonra
durum değişiyor. Batmış ilişki gemilerinin kalıntıları arasında dolaşmak insana kendi batığında neler olduğunu hatırlatmaya başlıyor. Müzeden çıktığınızda diğer müze deneyimlerindeki gibi daha kültürlü ya da daha görgülü hissetmiyorsunuz. Sadece şöyle bir şey geçiyor içinizden:
"Hayat ne saçma!"
Almanya'dan biri ilişkisinin her gün birbirlerine verdikleri bir elmayla başladığını yazıyor. Bir elma duruyor altta, yanında ona hediye ettiği bir bıçak. Bir aşk notu yanında... İleride bir başka "parça": Ayrı ülkelerde yaşadığı sevgilisine uçakla gidip gelirken biriktirdiği kusmuk torbaları var. "Geride sadece kusmuk torbaları kaldı" diyor kırgın bir kalp.

Sonra bir adamın artık hiçbir sonucu olmayacak pişmanlığı. Hikayeye bakın şimdi:
Adam film yapıyor. Bunu kutlamak için New York'a gitmeye karar veriyorlar. Kızcağız filmi alıp, oturup alt yazılarını yapıp -ki çok zor bir iş- adama sürpriz olarak bir gösterim ayarlıyor. Hatta afiş filan daha bastırıyor. Herkesi çağırıyor ve New York'ta bir özel gösterim düzenliyor. Bu arkadaş her ne yaptıysa sonradan ayrılıyor. Müzede kızcağızın o gösterim için tasarlayıp bastırdığı afiş var. Ah kadınlar... Ne çok "yapıyorlar"! Adam diyor ki "Hayatta benim için yapılmış en güzel şeydi." Geçmiş olsun güzelim!

Daha sinir bozucu bir başka parça da şu:
Adam yatakta karısının sahte plastik göğüsler takmasını istiyor.  Kadının göğüsleri küçük demek ki. Kadın da bir kereliğine yapıyor ve ertesi gün adamı terk ediyor. O saçma göğüsler şimdi müzede duvarda asılı duruyor.

Sonra bütün acının öfkeye dönüştüğü o anlar:
Kırık bir pencerenin parçası!
Ve müzede benim en sevdiğim parça:
Bir kavanoz dolusu ayna parçası.
Adam kadına uzun bir aşk mektubu yazıyor. Fakat kadın arkadaş, adama telefonda ayrıldıklarını söylüyor. Adam da bu mektubu yok etmek, yok ederken de aşkın içindeki izlerini silmek için mektubu bir aynanın arkasına yapıştırıyor. Ve aynayı parçalıyor. Hangimiz kötü hatıraları silmek için nafile tiyatrolar yapmadık ki!

İnsanın en içini parçalayan parça da bir çocuğun bir başka çocuğa yazdığı aşk mektubu. Olay Saraybosna'da geçiyor. Savaş sırasında aile Saraybosna'dan otobüsle kaçarken üç gün bir yerde tutsak alınıyorlar. Yanlarında başka bir otobüs var, otobüste bir kız çocuğu. Üç gün boyunca otobüsleri yanyana duruyor. Oğlan kıza baka baka aşık oluyor. Hiç konuşmuyorlar. Ve oğlan bu mektubu yazıyor kıza. Elbette mektup hiçbir zaman yan otobüsteki kıza verilemiyor ve günün birinde yıllar sonra bu müzede en kırık kalpli parça olarak duvarda asılı duruyor.

Türkiye'den iki parça var. Birincisi: "Zagor beni ağlatır" başlığı altında duran bir Zagor çizgi romanı. Adam kadını bir gün aniden terk ediyor. Kadın şöyle diyor: "Beni bu olaya hiç hazırlamamıştı ama belli ki kendisi epey hazırlıklıydı. Gittiğinde ondan geride hiçbir şey kalmamıştı. Bir tek bu Zagor."
Kadın zamanla bu Zagor meselesini takıntı haline getiriyor, sahaplara gidip Zagor topluyor.

Bir tane de bir milyonluk Türk banknotu. Kız hesabın kendisine düşen bölümünü ödemek istemiş ve bunu bırakmış zorla. Adam bunu hiç harcamamış ve ilişki bittiğinde müzeye hediye etmiş.

Ne kadar çok bitiriyoruz ve sonra yeniden ne çok başlıyabiliyoruz. Müzede dolaşırken insan en çok buna şaşıyor. Sonra yeniden başlayabilmeye... İçimizdeki gemi batıklarıyla.

Bu yazıyı yazarken Zagrep'e turist olarak gelmiş İngiliz genç kadınlar kahvaltı yapıyor ve bir gece önce gördükleri "çocuklardan" bahsediyorlar. Telefonlarından birbirlerine fotoğraflar gösterip soruyorlar:
"Çok tatlı değil mi?!"
Evet çok tatlı. Hepsi tatlıdır. Ve olaylar gelişir. Ta ki bir gün ayna kırılana kadar...

ECE TEMELKURAN