Gerçi çocuklar gerçekten kime emanet edilebilirdi? Her nesil, bir öncekinin yaraları, hüsranları ve yetersizlikleriyle malul, birtakım kırık dökük şeyleri devralıyor, çoğu zaman bunları biraz daha kırıp aşındırıp, bir sonrakine miras bırakıyordu.
İnsanın hayatta kendi yolunu, kendi sesini bulabilmesi, etraftan gördüğünü, babasının dediğini, filmin derginin gösterdiğini değil, kendine ait olanı, kendinden geleni yapması, hayatına kendi karakterinden, mizacından doğan içkin bir anlam yükleyebilmesi her baba yiğidin harcı değildi ne de olsa.
Hayat bu muydu yani, kimsenin umurunda olmayan kuralları ezberlemek, ezberlemek, hiç olmadı sınavda kuralları ezberlemiş bir arkadaşın yanında oturmayı becerebilmek, bu sayede aldığın bir kâğıt parçasıyla kendini muvaffak saymak, sonra o kağıt parçasının yardımıyla ömründe giymediğin, alışık olmadığın, beğenmediğin kıyafetler satın alıp her sabah erkenden kalkıp bunları giyerek kendin gibi bezgin onlarca insanla bir otobüse yahut minibüse doluşma imkânına kavuşmak, haftanın beş altı gününü içinde bulunmak istemediğin bir odadan çıkabilmek için dakika sayarak geçirmek, o esnada bilgisayarı açıp bir kağıt oyununu araya sıkıştırabilmeyi ya da birtakım internet sitelerinden başkalarının tatillerinin, başkalarının yediği yemeklerin, gittiği yerlerin fotoğraflarına bakabilmeyi kâr saymak, iki sene sonra seni hâlâ orada tutup tutmayacaklarını bilmediğin işlere güvenerek on senelik borçların altına girmek, elinde kendine ait tek şey olarak kalmış Pazar günlerini alışveriş merkezlerinde internete koyacağı resimleri daha afili gösterecek teknolojik aygıtlar yahut internete resim konmaya değecek tecrübeler peşinde geçirmek... Hayat buyduysa bile buna hiç direnmeden teslim olmak, koşa koşa saflara katılmak ayıp değil miydi? İnsan bunu nasıl kendine yedirirdi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder